Annesini bekliyordu ya da babasını. Beni görünce durdu, bakıştık, dudakları titredi. Beden gibiydi aşk, öldü mü ölüyordu. Soğumaya başlayan avuçlarım, en son gördüğüm gülümseyen yüzü hatırlarken, kalemim kağıdın şakağına dokunuyor. Mürekkebim kurusun diye üflüyorum. Çenemden aşağı inen bir damla yağmur harfleri dans ettiriyor. Bir hüznün, gözbebeklerine gelip yerleştiğini hiç bu kadar yakından görmemiştim. Sarılmak istiyor, kolları kanatlanıyor, kırılıyor kanatları, omuzları düşüyor. Sarıldım. Başını omzuma yaslayınca biriktirdikleri hızla döküldü gün ışığına. Bahçe nostaljik dedim, bahçeye baktı, sessizlik uğulduyordu. Çocukluğumdan yetişkinliğime kadar hep bir yetiştirme yurdunda yaşamak istediğimi, ya da çocuk yuvasına yerleşmek istediğimi ama böyle bir şansı yakalayamayınca yapmak istediklerimin içimde dağ gibi büyüdüğünden bahsettim. “Ona yalan söyledim”. Hiç çocuk yuvasında kalmak gibi bir arzum olmamıştı, hatta birkaç kere nedenini anlamadığım hala da bilmediğim bir zamanda annemle çocuk yuvası ziyaretine gitmiş, oradaki çocukların bizi tepeden tırnağa nasıl süzdüklerini, kapıya kadar yolcu etmek için bizimle geldiklerinde, yolun bittiği, bahçenin sonu, yani parmaklıklarla örülü düz soğuk bir duvarın arkasından bakışlarını, imkansızlıklarını görünce günlerce hafızamla kalbim arasında bir ağrı çekip ateşlenmiştim. İnanmış gibi yaptı, acıyarak baktı gözlerime. İnanmış gibi yapmak da kul hakkına dahil mi?
Yeni yuvam dedi! Güzelmiş dedim, şirin. Güzel değildi, soğuktu, buz gibiydi duvarlar, ona yalan söyledim. İçim taş gibi dondu, ellerim kansızlıktan çekildi, tek damla kan kalmayıncaya kadar dondum, kalbimi neşterle oyup yerinden kesip çıkardıkları anlaşılmasın diye gülümsedim gözlerine bakamadan. Soğuk duvarlara bakarken haykırmak istedim! Sesimi yer, gök duyacak kadar hızlı haykırmak. Kalbim sökülürken çektiğim acıyı herkes bilsin istedim, yumruklamak, buz gibi bizi seyreden duvarları. Gülümsedim, içim bağırırken sustum. Ben hiç bu kadar güzel susmamıştım! Başlattığım yalan oyununu oynamak hoşuma gidiyor gibi sustum.
Yeni yuvan dedim, pencerelere baktık, yeni yuvam dedi. Duvar dibinde sessizce oturan birkaç kız, yeni arkadaşlarım dedi, onların ailesi yok! Depremde ölmüş sevdanın annesi, babası yok! Zehra sara hastası, bayılıyor, annesi, babası yok! Varsa da bilmiyor. Evlilik dışı dünyaya geldiğini düşünüyor Kader, ismini de annesinin kaderinden aldığını. Görüyor musun dedi? Onları! Annemi yani. Görmedim annesini, hikaye paylaşmış görenlerden duydum, size iyi bir anne olamadığım için özür dilerim yazmış. Söylemedim tabii, çok tazeydi ruhu, incinsin istemedim, yeni yuvasına alışırken zihni karışsın istemedim, ince ruhun incinmişliği gözlerinden yanaklarına sızıyordu. Telefonla ulaşamayınca merak ettiğimi söyledim, konuyu değiştirmekte benim kadar kötü kimse yoktur biliyorum, çenem, yüzüm, gözlerime kadar seyirdi. İlk beş gün alışma süreci dedi, telefon yasak, girişte aldılar. Beş günde alışmak, yepyeni bir hayata, alışık olduğu düzenden hiç alışamayacak olana geçmek. Camlar boştu, içeriden esen soğuk hava hasretin kokusunu sürüklüyordu, ayaklarından zincirlenmiş yüzlerce hasret, ayrılık, özlem. Biraz üşütmüşüm dedim soğuk su içmişim boğazım tıkalı, geçmiş olsun dedi. İnanmadı tabii, inanmış gibi yaptı. Küçük saksıda onun için aldığım çiçeği uzattım, çiçeği koklarken kapadı gözlerini, dilek tutuğunu biliyorum. Annen sayılırım dedim çocuklukları birlikte geçti, en yaramaz, en hırçın, en çıkarsız oyun arkadaşı, en küçük çocuğumun. Onunla da geliriz, habersiz çıktım ben, öylesine ayaklarım sana getirdi beni, yine gelirim. Yanaklarını avucuma aldım, kuş gibi titriyordu bütün bedeni, sessizce yutkunduğunu kendi boğazımda hissetttim. “Ben hüznün, bir göz bebeğine, böylesine kederle gelip yerleştiğini hiç bu kadar yakından görmemiştim.”