DÖRT MEVSİM MİSALİ ÖMRÜMÜZ

Şu fani ömür serüvenimizde çözülemeyen bir bilmece adeta zaman, her demi meçhule gebe. Her vagonunda ayrı bir duygu taşıyarak ömür rayımızda bir tren misali nasıl da süratle gelip geçiyor öyle! Zamanın da mı “vakti yok” nedir bu acele? Bir çırpıda yaşatıyor koca bir ahir ömrü her birimize. Vazifesini yüklenmiş ciddi bir komutan edasıyla hayatımıza Serdar […]

DÖRT MEVSİM MİSALİ ÖMRÜMÜZ
DÖRT MEVSİM MİSALİ ÖMRÜMÜZ
Zeynep Zümra YARÇİN

Şu fani ömür serüvenimizde çözülemeyen bir bilmece adeta zaman, her demi meçhule gebe. Her vagonunda ayrı bir duygu taşıyarak ömür rayımızda bir tren misali nasıl da süratle gelip geçiyor öyle! Zamanın da mı “vakti yok” nedir bu acele? Bir çırpıda yaşatıyor koca bir ahir ömrü her birimize. Vazifesini yüklenmiş ciddi bir komutan edasıyla hayatımıza Serdar oluyor, yön veriyor. Hayatımızda hüküm sürüyor, mevsimlere denk olan yaşam vazifemizde de yürüyor bizimle: Bebeklik çağımıza denk olan “İlkbaharla” hayat başlangıcımız oluyor. Ciğerimize dolan bir acının çığlıklarını kopararak doğuyoruz. Filizleniyoruz, yapraklanıp, çiçekleniyoruz. Büyüyoruz düşe kalka, dizimizde ki yara izleriyle. Geçiş yapıyoruz yaralarımızın izleri gibi kalıcı olmasını istediğimiz “yaz mevsimi” gibi geçen gençlik çağımıza. İşinin ehli, sabır yüklü bir nakkaş edasıyla ilmek ilmek işleniyor bu demler gönlümüze. Zalim zaman durur mu? Yine devriye en olmadık yerde. Tadı damağımızda kalan en güzel çağımızda yaşlılık denen bir yorgunluğu yüklüyor omuzlarımıza, “sonbaharla”. Bize sezdirmeden birer birer döküyor sararmış yapraklarını ömür takvimimizden, bükülmüş gövdemiz, kuru dallarımız kalıyor ondan geriye. Yer yurt edinemeyen göçebeler gibi toparlanıp giderken yanı başımızdan, bizi de katıyor bu amansız göçüne, bertaraf ediyor yerimizden, yurdumuzdan. Ruhumuzu heybesine alıp buz kesmiş bedenimizi beyazlara sarıp ölüm denen bir “kış mevsimine” emanet ediyor her birimizi. Yok, olmak değil elbette bu yolculuğun sonu yeni bir bahara uyanmak üzere uzunca bir uykuya uyumaktır.

İlk(dem)bahar= Çocukluk: Çok uzun bir yoldan geldik yanımıza hiçbir şey almadan yalınayak, üzeri çıplak… Bütün yükümüz yazgımızda ve bunun ağırlığındandı belki de kopardığımız ilk çığlığımız. Nasıl da küçüğüz öyle ve nasıl da masum… Ellerimiz, ayaklarımız, bedenimiz, yüreğimiz, hayallerimiz, sınırlarımız… Ya da her şey mi bize göre fazla büyük? Kendi küçük dünyamızda oyunlarımızla o kadar güçlü ki bağlarımız; yemek, içmek, uyumak gibi hayati ihtiyaçlarımız bile önem arz etmiyor benliğimizde bu dönemde. Hiçbir gerekçenin bölmesine tahammülümüz yok oyun ihtiyacımızı. Zira en mutlu olduğumuz demlerdir oyun “serhoşluğumuz” ve hiç bitmesin istiyoruz bu demlerimiz. Oyun oynarken gideriyoruz aynı zamanda hayat ile ilgili meraklarımızı. Kaybolmak ve bulmak kavramları “saklambaç” ile yerleşiyor zihnimize, o kadar eğlenceli olmuyor her kayıp bunu da zamanla öğreniyoruz. En iyi oyun arkadaşımız yine zaman, “kovalamaca” ve “körebe” oyunlarında yine üzerine yok bence. Kazanan hep o olunca bizim de payımıza hep mızıkçılık ve şikayet düşüyor. Öte yandan hayattan beklentileri çoğalan ve sabırsızlıkla büyümeyi isteyen hayalperestleriz. Büyük bir Sabırla da hamlıktan pişmişliğe geçişimizi, hürriyetimiz olacağını düşündüğümüz yetişkinlik çağımıza, vuslatımıza adım adım ilerliyoruz. Hedefe odaklanmış bir yarışçı gibi arzuladığımız, beklediğimiz o saatler, günler, haftalar, aylar ve yıllar. Her biri bir “asır”, aşılmaz “dağ”, geçilmez “okyanus” oluyor adeta minik bedenlerimize. Hasretle çırpınan ve vuslatı iple çeken o minicik yüreklerimizde dayanılmaz bir çile oluyor zaman nöbeti.

Yaz=Gençlik: Kozasından çıkıp kelebeğe dönüşmüş tırtıl misali rengarenk kanatlarımız ile uçuşuyoruz, çeşitli bitkilerin mis gibi kokular saçan çiçeklerinden mey içen serhoşlarız. Dünyanın merkezindeyiz adeta. Her şey bizim eksenimizde seyrediyor sanki. Güneş kadar aydınlık çehremiz, yıldızlar gibi parlak istikbalimiz. Çiçekten tomurcuğa dönüşmüşüz, henüz olgunlaşmamış meyveleriz. Ve yanı sıra yasak elmaya en meyilli, iblisin etrafımızda pervane olduğu, zamanın bizi en çok kıskandığı deli bir demdeyiz. Bu çağımızı hızlıca bitirmek için and içmişçesine zaman “su gibi, rüzgar gibi, nefes gibi gelip geçiyor ömür çemberimizden. Bazen de eteğini savuran nazlı bir “gelin” misali uçuşarak geçiyor sokağımızdan, usul usul akıyor ömrümüzden, sürüklüyor bizi de peşinden, bize sezdirmeden. Ekseriyetle çok çabuk geçiyor. Hırslı bir koşucu edasıyla, zorlu bir yarıştaymış gibi nefes nefese koşuyor adeta. Yetişemiyoruz hızına, ayak uyduramıyoruz çoğu kez ona. Gerisinde çok gerisinde kalıyoruz, hep açık ara önümüzde. Velhasıl-ı geçiyor işte ömrümüzden kendince ve geçmişçesine kendinden, bazen bizi de geçirdiği oluyor kendimizden. Zaman sarhoşu oluyoruz, zamanı tüketirken içinde kayboluyoruz. Ve aslında biz daha çok tükeniyoruz onu hoyratça harcayıp kaybederken…

Son(dem)bahar=Yaşlılık: Neler almıyor ki bizden bu demde ve neler bırakmıyor ki yerine zaman denilen bu tufan. Tazecik bedenimizi alıyor elimizden. Saç rengimizi, göz ferimizi, ses tonumuzu, bacaklarımızın gücünü, omuzlarımızın dikliğini, tenimizin gerginliğini, nefesimizin seyrini, kemiklerimizin esnekliğini… En kıymet verdiklerimizi koparıyor bağrımızdan ve en derin acılar bırakıyor yüreğimizin başucuna. Ağıtlar yükseltiyoruz arşa tuttuğumuz kara yaslarımızda çatallaşmış ses tonumuzla. Çoğu kez keder oluyor geçmişte umut tohumu ektiği yorgun yüreğimize. Daha dünümüzde, ummadığımız bir anda ilaç oluyorken en derin diz yaralarımıza, şimdilerde büyük bir teselliye muhtaç, yürek yaralarımıza buruk bir avuntu oluyor sadece bir değnek ile. Yanı başımızda geçen onca iyi kötü yaşanmışlıklar, dayanılmaz acılar kazınmışken bağrımıza, belleğimize, asla unutamayız dediğimiz onca iyi ya da kötü kümülatif yaşanmışlıklarımızı bunama diye bir felaket ile sınıyor mesela, bir çırpıda unutturuyor her şeyi zihnimize. Silip süpürüyor belleğimizi adeta. Unutuyoruz, “zamanla” unutturuyor kanatları altında… Enkaz yığınına dönmüş onca güzel hatıralarımızı da devasa acılarımızı da süpürgesinden geçirip döküyor çöplüğüne. Yorgun ve hüzünlü bakışlarımız çakılıp kalıyor geçişlerinden geriye…

Kış=Ölüm: Dursun istiyoruz bu demde saatler. Dönmesin dünya, geçmesin zaman… Gücümüz yetmese de sözümüz geçmese de muhalif oluyoruz zamana kendimizce. Ah bi yapabilsek yakalayıp kafese hapsetsek şu zamanı! Hatta kimimiz Dünyayı bile durdurmanın cüretini düşünüyor haddini aşıp. Dönmezse dünya geçmez zaman mantığıyla. Zira sürgün olduğumuz bu dünya deryasında zaman fırtınasına yakalanıp azgın dalgalarına kapılıp yok olup gitmek ürpertiyor ruhumuzu. Yaşlanıp ölmek ve sahip olduklarımızı kaybetmek endişesindeyiz çoğumuz. Geri sayımda her birimiz için zaman, anbean yaklaşıyor başa gelecek olan, o korkulan… Hastalıklarımız artıyor, uzuvlarımız görevlerini yapmayı aksatıyor, sistemlerimiz yavaşlıyor. Nefesimiz, kanımız, gücümüz… yetmiyor. Bir soğukluk bir üşüme musallat oluyor ruhumuza ve bedenimize. Fazla gelmeye başlıyoruz, yük oluyoruz artık bu dünyaya. Derken bir davet alıyoruz ezelden, artık ruhumuza ebedi bir göç vaktinin geldiğini bildiren bir mektup ile. Ve yanımıza yine gelirken olduğu gibi hiçbir şey almadan çıkacağız bu (son) yolculuğa.  Ardımızda bırakacağımız onca şeyden ayrılmak kolay olmuyor elbette üzülüyoruz sevdiğimiz her şeyden ayrı düşeceğimiz için. Ama el mahkûm koyuluyoruz yola, kar beyazında bir örtü bürünüyor üzerimize. Soğuk bir yolculuk olacak, biraz üşüyeceğiz belki. Sevmediklerimiz bile geliyorlar bu “son” yolculukta bizi uğurlamaya. Kırgın olduklarımız ve hatta tanımadığımız birçok kimse de… “Güle güle” temennisi değil artık bu yolculuğun cümleleri: “Huzur içinde uyu” oluyor. ”Merhumu nasıl bilirdiniz?” Ve “Hakkınızı helal ediyor musunuz? Soru cümleleri ile sonsuz bir diyara uğurlanıyor bedenlerimiz, güzel bir karşılanma ümidi ile…