Hiçbirimiz içinde bulunduğumuz bu dünyaya sadece yatıp uyuyarak, yiyip içerek, gezip tozarak… Yani özetle hiçbirimiz bu hayata asalak gibi yaşamak üzere gönderilmedik ve tabi bunun yanı sıra hunharca çalışmak (çalıştırılmak) hele ki sadece başkalarının refahını yükseltmek için kendimizden ödünler vererek, canımız pahasına, tabiri caizse “eşşek gibi” çalışmak için de gelmedik (gönderilmedik) elbette. Her birimize aynı ruhtan üflendi bu dünyaya gelirken. Hepimiz aynı şekilde geldik hiçbir şeyimiz olmadan. Aynı yaşam haklarına sahip olarak geldik ve giderken yine aynı şartlara sahip olarak gideceğiz buradan, hiçbir şeyi almadan “bir hiç” olarak gideceğiz, hiç uğruna didindiğimiz bu diyardan. Ve gittiğimiz yerde sorulmayacak mı bize “kazancınız nerde?”
Her birimize kendimize özel bir yaşam süresi ve sınavı verildi bu hayatta. Bu süreçte kendimize çevremize ve en önemlisi yaratıcımıza karşı büyük sorumluluklarımız, bizden beklentiler (yapmamız gerekenler tebliğ edildi) öğretildi. Bu dünyadaki yaşam serüvenimizde esas almamız gereken maddi değil manevi birikimlerimizdi, geçim telaşında bunu unuttuk. Gaflete ve zillete düştük. Tabiri caizse sadece “aç bir hayvan misali olan” nefsimize ve Karun’lara hizmet ederek sefil ve ziyan olduk. Doymak bilmeyen hırslarımızın ortaklığını yapan gözlerimize de kölelik eden zavallı ruhlarımızın ve bedenlerimizin figanı toprağın kucağında son buluna dek boğuştuk leş sofralarında, “kazancımız nerde?”
Evet, elbette kendimizin ve bakmakla yükümlü olduğumuz insanların da yaşamlarını idame ettirmek için bir iş ile uğraşıp ondan bir kazanç elde etmemiz yaşamın kabul görmüş ve inkar edilemez, değiştirilemez bir kuralı. Ne var ki bizler yaşamımızı idame ettirme gayreti içindeyken yani madde kazanmak için gecemizi günümüze katıp uğraşırken farkında olmadan (belki de kimimiz bilinçli olarak) günden güne maneviyatımızı bu uğurda göz göre göre kaybediyoruz. Kimimiz bu hayat telaşında ibadetlerimizi aksatıyoruz, kimimiz tamamen hayatımızdan çıkarıyoruz ibadetlerimizi ve hatta bütün dini değerlerimizi yok sayarcasına ihmal ediyoruz, unutuyoruz, kaybediyoruz. Şu halde “kazancımız nerde?”
Bu çetin yaşam savaşımızda biz insanoğlu para denen bu zilleti ihtiyaçlarımız doğrultusunda harcamak üzere kimimiz helâl yollar ile kazanma gayretindeyken kimimiz de nereden geleceğini pek de önemsemeden kazanmaya çalışıyor. Öte yandan “zilleti de izzetlenip” bizi kendisi uğrunda harcıyor, bize sezdirmeden. Ne vahim bir hal ki bazen bu uğurda bütün “insani” duygularımızı ve hayatımızdaki mevcut insanları kaybediyoruz ve hatta hayatımıza katmaya fırsat bulamadığımız bir çok değerleri ve en önemlisi de çoğu zaman kendimizi bile kaybediyoruz bu geçim savaşında, bizim bu durumda “kazancımız nerde?”
Gereğinden çok, sürekli ve seri çalışmanın rağbet gördüğü, önemsendiği, tercih edildiği bir çağdayız. Oysa “El çabukluğu Allah katında büyük bir meziyet olsaydı dünyada ve ahirette en itibar görenler hırsızlar ve sihirbazlar olurlardı” değil mi? Bizler hayatımızın üçte ikisini çalışarak geçirirken gerçekten kazanıyor muyuz yoksa tüketmeye zaman bulamadan tükeniyor muyuz? Çalışma hayatının stresi içinde yavaş yavaş sağlımızı kaybediyoruz. Sonra yitirmiş olduğumuz sağlığımızı geri kazanmak için bu süreçte yaptığımız bütün birikimlerimizi (birikim yoksa da borçlanarak) ve epey bir zamanımızı yine bu uğurda tabiri caizse “boş yere” harcıyoruz. O halde bizim burada “kazancımız nerde?”
Adil olmayan bir çalışma sistemi ve süresi içinde acımasız bir yaşam kavgasına tutuşuyoruz kendi aramızda. Bizi bu kavgaya sürükleyen acımasız Nemrut’lar ve doymayan Karun’lar bu kavganın seyircileri ve kazananları oluyorlar. Sadakatle çalışanlar ve baş kaldıranlar diye sınıflandırılıyoruz kendi içimizde. Adil çalışan değil yalakalık göze giriyor. Sonra bütün duyguları ve değerleri alınmış birer robota (dönüştürülüyoruz.) dönüşüyoruz her birimiz, dünyaya sadece çalışmak (çalıştırılmak) için programlanıp gönderilmiş birer et ve kemik yığınından ibaretmişiz gibi bir sistemin (zihniyetin) köleleri haline geliyoruz (getiriliyoruz). Çalışıp kazandırıyoruz. Peki, bizim “kazancımız nerde?”
Adaletten yoksun bu dünyada zayıf (küçük) insanlar sadece kendi karınlarını doyuracak şekilde ve büyük (Karun’lar) olarak tabir edilen insanların varlıklarını (hazinelerini) artırmak için canları pahasına çalışmaktalar. Adil olmayan bu çalışma sistemiyle o kadar çok ödünler veriyoruz ki kendimizden, insanca yaşamın gereklerini unutuyoruz, unutturuyorlar: sağlığımızı, zamanımızı, (çocukluğumuzu, gençliğimizi) ailelerimizi, dini ve manevi değerlerimizi, hayallerimizi, duygularımızı, sosyal hayatımızı, kültürel ve sanatsal hobilerimizi, vicdanımızı, insanlığımızı… Bunca kaybımıza rağmen onlar hep kazanırken bizim “kazancımız nerde?”
Her şeyden önce adil ve bilinçli insanlar olup eğriyi doğruyu birbirinden ayırmayı, yanlışa yanlış demeyi öğrenmemiz, bilmemiz gerek. Bu sayısız yanlışlara karşı duracak cesareti gösterip birlik olmamız hak için hak yolunda emin adımlar ile sağlam durmamız gerek. Doğrular için savaşacak gücü ortaya çıkarmamız gerek. Eğer yanlışa yanlış demezsek, yanlışlar karşısında susup boyun eğersek o yanlışı yapanlar bizi bin yanlışın içinde boğarlar. Ve yine susarak o yanlış sistemin bir parçası ve ezilen köleleri haline geliriz. Hesap günü sorulmayacak mı bize “adaletiniz nerde?”